Söylemin selamla başladığı zamanlar varmış. Zihnimizi ve kalbimizi çelecek bir şeyin olmadığı, sözün değerli olduğu zamanlar. O zaman bir dükkâna girdiğinde alınan malın önüne geçiyormuş selam ve muhabbet. Şimdiyse çabucak alıp verme kaygısı ve telaşı içindeyiz. Bu telaşımızı hemen her şeyde görmek mümkün.

Hemen olsun bitsin istiyoruz. Çabuk alalım, çabuk tüketelim, çabuk ulaşalım... Selam yok, anlamak anlaşılmak yok. Sadece istediğimiz şeye ulaşmak var hedefte. Çünkü etrafımızda çok fazla çelici var şu zamanda. Zihnimizi, kalbimizi çelen, tüketen, yoran çok şey var. İçimizde bir filtreden geçiremiyoruz hiçbir şeyi. Bize ne az gelir ne fazla bilemiyoruz.

Günlerdir Buğra Gülsoy’ un Birinci Kıyamet kitabını okuyorum. Boksör Sabri Mahir’ in hayatı üzerine yazılmış bir kurgu roman. Orada Sabri Mahir’ in içindeki “ canavar “ dan bahsediliyor. Onu yapmak istemediği şeyleri yapmaya iten canavardan. İki kişi var içinde. Biri Sabri Mahir diğeri canavarı. Şu zamanın insanı da böyle sanki. Bir biz varız bir de zaman zaman ortaya çıkan içimizdeki canavar, yani bir başka yüzümüz, hâlimiz. Adına ne dersek diyelim.

Böyle böyle unutuyoruz asıl bizi. İçimizdeki ikinci kişilik hep bir adım öne geçiyor. Söze başlarken, bir şey alıp verirken, yaşamaya çalışırken o veriyor kararları. Bizi bize bırakmıyor aklımızı çelenlerle birlikte içimizdeki canavar. Zihnimizde, gönlümüzde sözün, selamın kıymetli olduğu, en azından anlayabildiğimiz, ikinci sesi bastırabildiğimiz bir hafta diliyorum.